Bu Blogda Ara

11 Haziran 2016 Cumartesi

Verimlilik İçgüdüsü



Bir toplumun, hatta bireylerin varlık nedeni, kendi sürekliliğini sağlamaktır. Bir nevi sonsuzluk isteği de denebilir buna. Her birey biyolojik olarak öldüğünde, geride bıraktıklarıyla anılmak ister. Kimi evlatlarına aktardığı düşünce sistemiyle, kimi bilimsel bir buluş yaparak, kimi toplumun çarpıklıklarına dikkat çekerek, kimi de ne pahasına olursa olsun gelecek kuşaklara maddi miras bırakarak, vb. sonsuzluğu yakalamaya çalışır. Geniş düşünebilen, ya asırlar boyunca ya da kuşaklar boyunca anılır, daha dar düşünen, örneğin bıraktığı maddi miras kuşaklarca paylaşılıp da kişi başına düşen pay azaldıkça, daha az anılır olur. Bireylerin sonsuzluğu, toplumlar için bir anlam ifade etmeyebilir, çünkü toplum da kendi sonsuzluğunu düşlemektedir. Toplum, anlaşarak bir araya gelmiş bireylerden oluşur. Bireylerin çıkarları çoğu kez birbiriyle çatışır, çünkü farklı bakış açılarına sahip kısa vadeli -yalnızca kendi yaşamının rahat geçmesini-, orta vadeli -kendisiyle kan bağı olan insanların yaşamlarının kuşaklar boyunca rahat geçmesini-, uzun vadeli -yaşanılacak bir ortam var oldukça tüm insanların ve tüm gelecek kuşakların yaşamlarının rahat geçmesini- düşünen bireyler, amaçlarını da doğaldır ki, farklı farklı tayin edeceklerdir. Ancak bireyler, yalnız başlarına bu amaçlarını gerçekleştirecek güce sahip olmayıp, birbirlerine muhtaçtırlar. Bu nedenle, işbirliği yapmaları gerekmektedir. Yaşam, birbirine bağlı insanların birlikte oluşturdukları bir ortamdır. Öte yandan hiç kimse, kendi amaçlarını gerçekleştirme yönünde tehdit oluşturan bireylerle işbirliğine gitmek istemez. Bu nedenle, ortak amaçlar tayin etmek zorundadırlar. Ortak amaçlar oluşturma konusunda geniş düşünen bireylerin düşünce biçimi toplum açısından daha uygundur, çünkü zaten amaçları bütün insanlığa faydalı olmaktır, çevresindeki bir tek canlıya dahi zarar veren sonuçlar üretmek istememektedirler. Burada toplumun bulması gereken tek şey, kimseye zarar vermeyecek ortak amaçların neler olduğudur. Ortak amaçları dile getirmesi bakımından, geçmişe şöyle bir göz atmak yeterli olacaktır:

İnsanın hayatını sürdürebilmesi, ihtiyaçlarını karşılamasına bağlıdır. İster tek başına olsun, ister toplum içinde, ihtiyaçlarını karşılayamayan insan yaşayamaz. Peki, nedir bu ihtiyaçlar? En başta beslenme, barınma, giyinme. Çağlar öncesinin ilkel insanları bile buna ihtiyaç duyuyorlardı[1].” Oysa ki, çağlar öncesinin insanları, aslında daha fazlasına da ihtiyaç duyuyorlardı ama, bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir bilgi birikimine ve ortama sahip değildiler. Çünkü bu bilgi birikimini ve ortamı oluşturacak ve gelecek nesillere aktaracak olanlar, kendileriydi. Bu ihtiyaçların karşılanmasının yollarını bulacak ve bunları gelecek nesillere öğreteceklerdi. Nitekim öyle de oldu.

Daha sonra, insanlık geliştikçe, diğer ihtiyaçların karşılanması da olanaklı duruma geldi. Bu ihtiyaçlar arasında, sağlığını koruma, daha fazla bilgi edinme, edinilen bilgileri gelecek kuşaklara aktarma, kültür ve sanatla uğraşma, dinlenme, eğlenme, kendi ülkesinde ve başka ülkelerde yaşayan insanlarla ilişki kurma, seyahat etme, vb. sayılabilir. İnsanın hayatını sürdürebilmesi, gittikçe daha kolay, daha güzel, daha mutlu yaşayabilmesi, bu çok çeşitli ihtiyaçların karşılanmasına bağlı duruma geldi.

......

İlk insanlar ağaçlardaki meyveleri toplayarak, güçlerinin yettiği hayvanları avlayarak beslenme ihtiyaçlarını; avlandıkları hayvanların kürk ve derilerini kullanarak da giyinme ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. (Doğal kaynakların yanında emek faktörü yeterliydi.) Ama nüfus arttıkça bunlar yetmemeye başladı. İnsanlar bazı bitkileri kendileri yetiştirmeyi öğrendiler; daha büyük hayvanları, daha çok sayıda avlayabilmek için birtakım aletler yaptılar. (Bilgi ve sermaye faktörü de devreye girdi.)

Böylece “üretim” dediğimiz faaliyet ortaya çıktı.[2]

Yukarıdaki satırlardan da anlaşıldığı üzere insanlığın ortak amacı, yaşayabilmek için gerekli olan maddi ve manevi ihtiyaçları karşılamak ve bu ihtiyaçları karşılayabilmek için de, üretim yapmaktır. Üretim yapabilecek niteliklere (üretme potansiyeline) sahip insana, “üretken insan” denilebilir. Öyleyse, insanoğlu/insankadını, gerçekten refah içinde yaşamak ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek istiyorsa, şu ilkeyi unutmamalıdır: “Herhangi bir şey üretemeyecek kadar genç, yaşlı ya da sağlığından yoksun olanlar dışında herkes üretici olmaya çalışmalıdır.[3]” Hatta o kadar üretici olmaya çalışmalıdırlar ki, kendi ihtiyaçları yanında, herhangi bir şey üretemeyecek kadar genç, yaşlı ya da sağlığından yoksun olarak toplumda yer alan diğer insanların da ihtiyaçlarını karşılayabilmelidirler. Bu oldukça büyük bir sorumluluktur.

Biraz daha ileri gidip, hayal gücümüzü çalıştıralım ve şu soruyu kendimize soralım: İnsanoğlu/insankadını, bu sorumluluğun üstesinden gelebilmek için neler yapagelmiştir? Tıpkı ilk insanların bazı bitkileri yetiştirmeyi öğrenirken yaptıkları ve daha büyük hayvanları, daha çok sayıda avlayabilmek için bir takım aletler tasarlayıp basit şartlarda imal ettikleri gibi, sürekli daha iyisini ve daha fazlasını yapmak için öğrenmeye çalıştılar, öğrendiler, öğrendiklerini uyguladılar, yenilikler buldular (yeni ürünler tasarladılar), buldukları yenilikleri ürettiler, ürettiklerinden daha iyisini ve fazlasını üretmenin yollarını buldular (yeni üretim süreçleri tasarladılar) ve bu döngü böylece sürüp gitti. Öğrenme, uygulama, üretim, buluş, yenilik, vb. birbirinden ayrılmaz öğeler olarak karşımıza çıktı. Hepsi daha iyisi, daha güzeli ve daha fazlası için, artan nüfusun artan ihtiyaçlarını karşılamak için. (Antik çağlardan kalma pekçok müze, bu olgunun kanıtlarıyla doludur, buna örnek olarak Ankara Ulus’taki Anadolu Medeniyetleri Müzesi gösterilebilir.)

Öğrendikçe, daha öğrenilecek çok şeyin var olduğu görüldü. Öğrenirken karşılaşılan güçlüklere göz atıldı. Her yeni doğan bebeğin, üretebilecek yaşa geldiğinde birçok şeyi öğrenmiş olması gerektiği fark edildi. Önceleri usta-çırak ilişkisiyle öğretme-öğrenme faaliyetleri iş başında gerçekleştirildi. Daha sonra, öğrenilecek bilgiler arttıkça, işbaşında öğrenme yöntemi yetersiz kalmaya başladı. “Öğretme”nin daha kolay (hatta daha verimli) nasıl yapılabileceği üzerinde duruldu ve zamanla bugünkü eğitim-öğretim kurumlarına eşdeğer kurumlar oluşturuldu. Belli işlerde, belli ölçüde bir temel eğitime sahip olma koşulu aranmaya başlandı. Böylece “öğrencilik” dönemi insan hayatında uzun bir zaman dilimini kapsar oldu. Bu durum, şu sonuca yol açtı: Artık insanlar herhangi bir iş yapabilecek kadar olgun olabilmek, yani üretken insan sınıfına girebilmek için daha uzun yıllarını harcamaya, bu arada, ebeveynler de çocuklarının ihtiyaçlarını daha uzun yıllar boyunca üstlenmeye başladılar. Genç nüfusu fazla olan toplumlar için yaşam için temel ihtiyaçları karşılamak güçleşti. Bunun üzerine toplumlar, nüfuslarını kontrol altına almak ihtiyacı hissederek bu konuda önlemler aldılar. Aksi takdirde yeni yeni gidermeye başladıkları biyolojik, sosyal ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarının bir bölümünden feragat edip eski çağlara geri dönmeleri gerekecekti. Çünkü insanın bir çalışma kapasitesi vardı ve bu kapasite artık sınıra dayanmıştı.

Zamanla, nüfus artışı kontrol altına alınsa bile, insanların daha iyi şartlar altında yaşamayı istemesi sonucu, daha fazla bilgi edinme ihtiyacı belirdi. Buna en güzel örnek, tıp alanında yaşanan gelişmelerdir. Daha fazla insanın, daha sağlıklı ve uzun ömürlü bir yaşam sürebilmesi için, öncelikle kendi vücudunu (anatomik yapısını ve işleyişini) tanıması gerekiyordu. Tıp ve anatomi bilimlerinde meydana gelen baş döndürücü buluşlara ve gelişmelere rağmen bugün insan vücudu (beden ve baş) hala aydınlığa kavuşturulamamış birçok gizemle doludur. Bir taraftan vücudun işleyişi araştırılırken, diğer yandan da daha sağlıklı ve uzun yaşamanın yolları, hastalıkları yenmenin yöntemleri geliştirilmeye başlandı. Bunu da tıbbın yanında organik kimya bilimindeki ve ilaç sanayiindeki baş döndürücü gelişmelere borçluyuz.

Hastane adını verdiğimiz organizasyonda, dikkatlice düşünüldüğünde, ürün üreten işletmelerin tüm faktörleri mevcuttur. Hastaları iyileştirmek için kullanılan serumlar, ilaçlar, teşhis koymak için yapılan tahlillerde kullanılan kitler, kan almak için kullanılan şırıngalar, hastaların güvenli bir şekilde bakımını yapmak için kullanılan hasta odaları, operasyon ekipleri, operasyon sonrası bakımı üstlenen hemşireler, hastanenin temizliğinden sorumlu temizlikçiler, vb... Hastaneler, aslında klasik üretim ortamından farklı olarak ürün yerine hastanın, süreç yerine operasyon ve hasta bakımının, işgücü yerine doktor ve hemşirelerin, sabit sermaye yerine hastanenin, hasta koltuklarının, operasyon cihazları ve ekipmanlarının, döner sermaye (mesela stoklar) yerine serumların, ilaçların, kitlerin, şırıngaların, sterilizasyon solüsyonlarının, atılabilir (disposable) aletlerinin, vb. konduğu sistemlerdir. Bu sistemlerin işçiliğini de, yönetimini de doktorlar ve hemşireler üstlenmektedir. Örneğin temizlikçiler, endirekt işçilerdir. Görüldüğü gibi, tüm unsurlar ürün üretimiyle benzeşmektedir.

Eğitim ve sağlık ihtiyaçları söz konusu olduğunda, insanın geleceğine yatırım yapmak düşünüldüğünden, verimlilik faktöründen çok kaliteli hizmet verme ihtiyacı ön plana çıkmakta gibi görünse de, perde arkasında yine de daha verimli çalışmanın en az somut ürün üreten işletmeler kadar önemli olduğu göz ardı edilmemelidir. Örneğin, bir hastane için nedir bu verimlilik artışı ihtiyacı? Endirekt işçilik gerektiren işler dikkatlice düşünüldüğünde  verimlilik artışı için nasıl bir fırsat olduğu, daha da önemlisi, böylesi bir verimlilik artışına ne kadar ihtiyaç duyulduğu anlaşılabilir. Bu endirekt işçiliklerden biri olan hasta kayıt sistemindeki gereksiz işlemlerin ortadan kaldırılması ve kayıt işlemlerini hızlandıracak önlemlerin alınması, hem hasta ve yakınlarını daha rahatlatacak, hem doktorların hastanın geçmişine ulaşmasını daha kolaylaştıracak, hem hastane genelinde görülen dağınıklık ve kargaşa ortamını ortadan kaldıracak ve hem de verimlilik artışından sağlanan enerjiye, işgücüne, vb. yapılan yatırımın azalmasıyla, bu yatırımlar hastanenin daha kritik alanlarına kaydırılabilecektir. Çünkü hastaları iyileştirmek için kullanılan alet, makine, teçhizat ve direkt işçilik (doktor ve hemşireler), zaten çok değerlidir ve hastalar için kritik öneme sahiptir. Bu nedenle endirekt faaliyetlerin hem daha kaliteli, hem de daha verimli bir şekilde yapılmasına da hasta bakımına dikkat edildiği kadar dikkat edilmeli, kısacası hiçbir iş küçümsenmemeli ve göz ardı edilmemelidir.

İşte insanoğlu/insankadını, tüm bu çıkarımlara ve tüm işlerin değerli olduğunun ayırdına verimlilik bilincine sahip olduğu oranda varabilmektedir. Bu konuda verilen en klasik örnek, inşaatta çalışan iki duvarcı ustasından birine ne iş yaptığı sorulduğunda “duvar örüyorum” diye işinden bıkmış bir şekilde cevap vermesiyle, diğer duvarcı ustasının “Şu an falanca okulun duvarını örüyorum. Bu okul tamamlandığında içinde cıvıl cıvıl çocuklar öğretmenlerinden kıymetli bilgiler alarak yetişecekler ve hem kendi hayatları kurtulacak, hem de içinde yetiştikleri topluma faydalı bireyler olacaklar. Örülen bu duvarla bunda benim de önemli bir katkım olacak.” diyerek işini severek, önem vererek ve kendinden hoşnut bir şekilde yapması arasındaki farktır.

İşte, günümüzde artık işler önemli ölçüde uzmanlaşmayı gerektirmekte, her uzmanlık alanına özgü birer organizasyon bulunmakta ve ihtiyaçlar geliştikçe yeni organizasyonlar kurulmaktadır. Organizasyonları kuranlar da kuruluş yöneticileri ve çalışanlarıdır. Bireylerle ve toplumla ilgili buraya kadar söylenenler, kuruluşlara da uyarlanabilir: Bir kuruluşun varlık nedeni, amaçlarını karşılamasıdır. Bu amaçlar, çeşitli bakış açılarına göre tanımlanmış olabilir. Bakış açılarına örnek olarak; insanlığa yararlı olmak, tüm topluma fayda sağlamak, ülke ekonomisine katkıda bulunmak, kuruluş sahiplerine ve çalışanlarına fayda sağlamak, yalnızca kuruluş sahiplerine fayda sağlamak, vb. -geniş kapsamdan dar kapsama doğru- gösterilebilir. Bakış açısı ne kadar geniş olursa, amaçlar ve çıktılar da o kadar geniş düşünülerek saptanır ve etkenlik, verimlilik kavramları da o kadar faydalı bir amaca hizmet etmiş olurlar. Üstelik bu bakış açıları, organizasyonun büyüklüğünden bağımsızdır. Geçmişe uzanan bu yolculukla ilgili şöyle bir sonuca varılabilir: Verimlilik çabalarının ardında, insanların gönenç içinde yaşama istekleri bulunmaktadır.

Gülnur SÖNMEZ
2002



[1] ODABAŞI, Mesut, Verimlilik Diye Diye (Söyleşiler), MPM Yayınları No: 596, Ankara,1997, s:13
[2] İtalik kısımlar: ODABAŞI, Mesut, Verimlilik Diye Diye (Söyleşiler), MPM Yayınları No: 596, Ankara,1997, s:13’ten alınmıştır, düzyazılar çalışma sahibinin görüşleridir.
[3] İtalik kısımlar, a.g.e.:13

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder